Eylem Özdemir, “Kimlik” başlıklı yazısında, Marksistlerin kimlik siyasetine ilişkin eleştirilerini ve kimlik siyasetinin yaygınlaşmasının nedenlerine dair görüşlerini aktarırken şöyle diyor:
“T. Eagleton, 1970’ler ve 80’lerde radikallerin pek çoğunun Marksizm’i bir yana bırakmalarının, sistemle ilgili düşüncelerini değiştirmelerinden değil, karşılarındaki rejimin çetin ceviz olduğunu sezmelerinden kaynaklandığını yazıyor.” (Siyaset Bilimi, Yordam Yayınları)
Çarpıcı bir tespit. Çünkü, Marksizm’i bir kenara bırakma Marksizm’i reddetme biçiminde olmaz sadece. Marksizm temel değerlerini ve devrimci özünü bir kenara bırakma yani revizyondan geçirerek Marksizm’i savunma biçiminde de olur. Ve bu tespit, sosyalist düşün ve siyaset dünyasındaki revizyonizm ve sosyal-reformizmle yani Marksizmin bir kenara bırakılmasıyla iradesizleşme arasındaki ilişkiye; dolayısıyla bu ilişkiden doğan ‘yalancılaştırma’ haline de dikkat çektiği için çarpıcıdır. Sözde Marksistlerin hem iradesizleşme hem de yalancılaştırma hallerini yüzlerine vurduğu için sarsıcı ve yıkıcıdır.
Elbette bu tespit ilk defa dillendirilmiyor. Lenin 1905 devriminin yenilgisinden sonra parti içinde ortaya çıkan sağ likidatörlüğe karşı ve 1. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı devrimci koşullara göre konumlanmayı reddeden 2. Enternasyonalcilere karşı da benzer bir tespitte bulunmuş; emperyalizm tahlilini yaparken ele aldığı en önemli olaylardan biri de “çürüme” olgusu olmuştur. Bu topraklarda da 1990’ların başında sol-sosyalist hareket içinde tasfiyecilik ortaya çıktığında Leninistler benzer bir tespitte bulunmuştu.
1980’lerin sonu, 70’li yılların cüsseli devrimci yapılarının ÖDP, EMEP gibi sosyal-reformist partilere dönüşerek kapitalist sisteme soldan eklemlenme yıllarıydı. Onlara sorduğunuzda bu Marksizmin bir kenara bırakılıp kapitalist sisteme eklemlenme değildi. Sosyalist bir hareket olmaktan sosyal-demokrat bir hareket olmaya dönüşme değildi. Hatta, durumlarının böyle tanımlanmasına da büyük bir öfke duyarlardı. Durumlarının kapitalist sisteme dönüş olmadığını ortaya koymak için, somut durumun tahliline dayandığını iddia ettikleri teorik-politik-taktiksel gerekçeler sıralayıp duruyorlardı. Tarihe dönüp bakıldığında, yapılanı (tasfiyeciliğin tasfiyecilik olmadığını) haklı, mantıklı, makul göstermek için söylenmedik sözün bırakılmadığı, manevi otoritelerin dahi ortaya konduğu görülecektir.
Fakat ileri sürülen hiçbir argüman gerçekliğin yansıması, kavramsallaştırılması değildi. Toplumsal gerçekliğin teorik-politik-taktiksel iradesi değildi. Aksine, ekonomik-toplumsal-siyasal gelişmelerin tam tersi yönde yol alınmaya çalışılıyordu. Yapılar, ekonomik-sosyal-siyasal gelişmelerin, sınıf mücadelesinin gerçek durumunun ülkenin ve dünyanın nesnelliğine göre değil kendi idealarına göre tarif etmekti. Düşünceyi, nesneye göre değil, ama tersine nesneyi önceden saptanmış ve mantıklarının soyut alanında yer alan kavramlara (alt emperyalizm, faşizmin çözülmesi, reel sosyalizm, çoğulculuk vs. vs.) göre belirliyorlardı. Onlar, somut sosyo-ekonomik ve siyasi yapıyı soyut ideaya bağlayarak, onu kendinde ideanın gelişme zincirinin bir halkası durumuna getiriyorlardı. Tıpkı Hegel’in yaptığı gibi. Bu yüzden Marx:
“Hegel kendi Mantık’ına siyasal bir beden veriyor, siyasal bedenin Mantık’ını vermiyor.” demişti.
Bu durum Hegel’de, Marx’ın deyimiyle, bir ‘yalancılaştırma’ doğuruyordu. Tasfiyecilik sürecine girenler de, tıpkı Hegel gibi siyasal bedenin, sosyo-ekonomik gelişmelerin Mantık’ını gösteremedikleri için yalancılaşıyorlardı.
Hegel’de yalancılaştırmaya neden olan, benimsediği dünya görüşü yani idealizmdi. O, benimsediği dünya görüşünün kurbanıydı. Peki ama, siyasal bedenin Mantık’ının verilmesi gerektiğini söyleyen tarihi materyalizm anlayışını benimsemiş olanlar neyin kurbanıydı ki, yalancılaştılar?
Marx, tarihsel gelişmenin kavramların gelişmesine indirgenemeyeceğini, tarihsel gelişmenin kendi öz doğası ile kendi iç diyalektiği ile açıklanması gerektiğini göstererek bu ‘yalancılaştırma’dan korunmanın yöntemini vermemiş miydi? Vermişti. Bu sayededir ki, bu yönteme göre hareket edenlerin tespitlerini tarih kısa zamanda doğrulayacaktı. Öyle ki, 90’ların ortalarına gelindiğinde, bu tasfiyecilerin söyledikleriyle Türkiye ve dünyada yaşananları mukayese edenlerin yüzlerinde alaycı bir gülümsemenin belirmesi kaçınılmaz oluyordu artık. Ama olanda olmuş, emekçi sınıfların 20-25 yıllık devrim ve sosyalizm mücadelesi içinde yaratmış oldukları birikimlerin önemli bir kısmı da (başta da insan kaynağı), bu yalancılaştırma tufanı içinde heba olup gitmişti.
İşçi sınıfı ve emekçiler, tasfiyecilerin yöneldikleri yolun bedelini ağır bir şekilde ödemiş ve girilen bu yolun da yalanlarla döşendiği kısa zamanda açığa çıkmıştı. Ama cevaplanması gereken soru orta yerde duruyordu. Bu yanlış yola neden girmişlerdi? Düşüncenin nesneyi yansıtması gerektiği yönündeki dünya görüşü mü terk edilmişti? Hayır. Hiç kimse, Marksizm’i reddettiğini sosyalizmden vazgeçtiğini söylemiyordu. Ama olan, Marksizmin temel doğrularının ve devrimci özünün bir kenara bırakılması yoluyla Marksizmin bir kenara bırakılmasıydı. Ve bu yalancılaştırma doğuruyordu. Hegel’den farkları ise bile isteye yapıyor olmalarıydı.
Tasfiyecilerin, umduklarından daha çetin ceviz çıkan kapitalist sisteme karşı mücadele iradeleri tükenmişti. O güne kadar yürüdükleri yol zaten zorluydu, ama görülmüştü ki burjuvaziye karşı zafer kazanmak için Marksist düşünce ve pratikte daha da derinleşmek gerekiyordu. Bu da daha zorlu bir yolun yürünmesi anlamına geliyordu. Ve bunu başaracak irade kalmamıştı. 12 Eylül ve ardından SSCB’nin dağılması, irade gücünü kırmıştı. Ya bu durumu açıklıkla ve samimiyetle kabul edecekler ve politik öncülük yapma misyonlarının tükendiğini ilan edip kenara çekileceklerdi ya da ‘siyasetin mantığını ortaya koymaktan’ vazgeçeceklerdi. Onlar ikincisini yaptı. İradesizleşmelerini ‘yalancılaştırma’ hali ile örtmeyi tercih ettiler. Bu tasfiyeciler için artık, “kendine özgü niteliğini yitiren somut ve nesnel gerçeklik… (idealarının) kavramlarının dışavurumu olduğu ölçü de değer taşıyordu.” Hegel gibi, “İradenin öznesini ürün durumuna, ideanın yüklemi durumuna dönüştürüyor”lardı.
Tasfiyecilerin durumuna dair bunun aksi düşünülemez. Çünkü Marksizm, Hegelci düşünme yönelimini çözümlemiş ve onu her yerde tanımamızı olanaklı hale getirmiştir. Marksizm’e bağlı kalanlar, mevcut nesnel koşullara bakar bakmaz yapılanın tasfiyecilik olduğunu tespit edebilirdi ve etti de. Ve dediğimiz gibi tarih de bunun bile isteye yapıldığını kısa zamanda ortaya koydu. Kısa zamanda gerçek açığa çıktı, çünkü nesnel gelişmeler, sınıf savaşının hiç olmadığı kadar sertleşeceğini ve devrimci durumun hiç olmadığı kadar olgunlaşacağını, daha tasfiyeciler ağızlarını açtıklarında bangır bangır bağırıyordu. Öte yandan, girilen bu ‘yalancılaştırma’ halinin, nesnelliğin yanlış tahlilinden kaynaklanan bir yanılgı olmadığı tam aksine bile isteye tercih edildiği, söylediklerinin tam aksinin ortaya çıkmasına rağmen girdikleri yolu terk etmemeleriyle de görüldü. Hatta, tasfiyecilik süreçlerini daha da derinleştirdiler. Olaylar, Marksizm’i terk etmeyenlerin haklılığını ortaya koydukça, ‘yalancılaştırma’ halini büyüttüler ve devrimci olan her şeye karşı saldırganlaştılar. 1 Mayıs’ta Kadıköy’de yapılan mitinge yapılan saldırıda insanlar hayatını kaybederken, bu tasfiyeciler hedef tahtasına devrimcileri oturtuyor, gazetelerine ‘vandallar çiçekleri ezdi’ diye başlık atıyorlardı.
1990’larda bu topraklarda yaşanan bu deneyimle birlikte, bir kez daha Marksizmin bir kenara koyulması olan sözde Marksizm’le iradesizleşme ve yalancılaştırma hali arasındaki ilişki kanıtlanmış oldu böylece.
Bu ilişkinin bilinmesinin daha doğrusu unutulmamasının büyük önem taşıdığı bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Özellikle 2008 kriziyle birlikte kapitalist dünya sisteminin çöküşü belirginleşti ve bununla bağlantılı olarak dünya genelinde devrimci bir döneme girildi. Demokrasi ve sosyalizm mücadelelerinin zaferi için gerekli olan iç ve dış koşullar, neredeyse her yerde kendini ortaya koydu. Tam da bu dönemde, düşün ve siyaset dünyasında sosyalist-marksist fikirler enflasyonu yaşanmaya başlandı. İşte bu tespit sözde Marksizmin üzerinde yükseldiği zemine dikkat çekerek, bu enflasyonla başa çıkmada bizlere iki önemli yardımda bulunuyor.
Bunlardan ilki, sözde Marksizm’i hızla tanıma imkanı vermesi. 2008 krizi, mevcut düşün ve siyaset dünyasında yaygın olan sosyalist fikirlerin (özellikle de çoğulculuğu savunanların, tüm sınıfların barış içinde bir arada yaşamasının ve gelişmesinin mümkün olduğunu vaaz edenlerin), ne kapitalist sistemde yaşanan çöküşe açıklık getirmeye ne de yaşanan çöküşle ortaya çıkan sorunları çözmeye ya da kapitalist sistemi aşmaya yönelik yeterli, tutarlı, bütünlüklü bir çözüm sunamadıklarını gözler önüne serdi. Böylece, sosyalist-marksist siyasal ve düşün dünyasında 2000’lerin başından itibaren şiddetlenmeye başlayan tartışmalar, sorgulamalar yaygınlaşmaya ve derinleşmeye başladı. Ve bunun sonucu olarak da mevcut sosyalist-marksist düşün ve siyaset dünyasına yönelik birçok eleştiri, unutulan Marksizm’i yeniden hatırlatma ve pratik politikadaki tıkanıklığı aşma iddiasıyla dillendirilir oldu. Bu sürecin en somut hali, mevcut sosyalist-sol partilerin solunda olmadı daha solunda olduğunu iddia eden partilerin ortaya çıkması oldu.
Bu süreçle birlikte yapılan tartışmalardaki tüm farklı söylemlere rağmen, bu tartışmaların ortaklaştığı nokta, Leninizm’in tamamen ya da kısmen reddi ya da görmezden gelinmesi oldu, oluyor. 2. Enternasyonalciler, bulundukları noktadan daha ileri gitme iradesini ortaya koyamadıkları, kendi burjuvalarıyla karşı karşıya gelmeyi göze alamadıkları için Lenin’in ortaya koyduğu ve Marksizmin devrimci özünü oluşturan ve üstelik kısa zaman öncesine kadar kendilerinin de savunduğu teorik-politik-taktiksel çizgiye karşı çıkmışlardı. Bugünün sözde sosyalistleri-marksistleri ise daha ileri gitme iradesinden yoksun oldukları için Leninizm’i Marksizm’den ayırarak yalancılaştırmaya yöneliyorlar.
Neden Leninizm tamamen ya da kısmen inkar ediliyor? Çünkü Leninizm, Marksizmin devrimci özünün altını kalınca çizerek belirginleştiriyor. Zora dayalı devrim, proletarya diktatörlüğü, reformlar uğruna mücadelenin devrim mücadelesine bağlanması, temel çelişkinin emekle-sermaye arasında olduğunun ilanı, emperyalizm tahlili ve tekelleşmenin demokrasinin reddi olduğunun açığa çıkarılması, UKKTH bunlardan sadece birkaçı.
Evet, SSCB’nin dağılmasıyla yoğunlaşan ve sosyalist hareket içinde de gelişen Marksizm’i revizyondan geçirme anlayışına karşı 2000-2008 süreciyle birlikte her ne kadar bir eleştiri geliştirilmeye başlanmış olsa da Leninizm’in reddi üzerinden bu yalancılaştırma hali sürüyor. Buna devam ediyorlar, çünkü kapitalist toplumsal sistemin nesnel çözümlenmesine dayanan ve Marksizmin özünde yer alan bu kavramları, düşünceleri savunmak (ki gereğini yapmak bile demiyorum), emperyalist-kapitalist düzenin tüm zorunu göğüslemeyi göze almayı gerektiriyor. Bu da irade…
Bu iradeye sahip olmadıklarını ise, hemen hemen her ciddi siyasi olay ortaya koyuyor. Örnek mi? Filistin halkının katleden İsrail’e ya da Ukrayna’da iktidarı ele geçiren faşistlere karşı takındıkları tavra bakın. Burjuvalarıyla karşı karşıya gelme iradesinden yoksun oldukları için, ‘yalancılaştırma’ yoluna gidiyorlar. Siyonizm eleştirisini anti-semitizm olarak, Ukraynalı faşistleri, yurtlarını savunan demokrasi ve özgürlük savunucusu olarak; Suriye’de katliam ve tecavüzlerden sorumlu olan çetelerin artıklarını kol kola girebilecek meşru güç olarak ilan ediyorlar.
Bu tespitin bizlere yardımcı olduğu diğer konu ise, sosyal-reformistlere karşı nasıl bir tavır belirleneceğine dairdir.
Uluslararası komünist hareketin deneyimi ortaya koşmuştur ki, özellikle devrimci dönemlerde sosyal-reformistlerin teşhir ve tecridi, devrimin zaferi için hayati önem kazanır. Alman devriminin yenilgisi, bu politikanın ne kadar can alıcı önemde olduğunu göstermiştir. Almanya SDP içinde Kautsky ve şürekasına karşı tartışma yürüten Rosa ve arkadaşları, tüm sert eleştirilerine rağmen onların halen sosyalizm-marksizm zemininde bulundukları inancı ile hareket etmiştir. Ve yollarını zamanında ayırmayı başaramamışlardır. Teşhir ve tecrit politikaları yürütmemişlerdir. SDP içindeki tartışmalar bir yanıyla ‘teşhir’ çabası anlamına gelse de ‘tecrit’ yani onlarla yolların ayrılması anlamına gelmez. Meselenin hayati olduğunun kavranamaması hem kitleler nezdinde hem de SDP kadroları içinde, Kautsky merkezli gelişen iradesizleşme ve yalancılaştırma halinin varlığının yeteri kadar anlaşılmasına mani olmuştur. Bu da sosyalizme yürekten bağlı insanların ve kitlelerin, devrimin en sert çarpışmalarına hazırlanmalarına; kritik aşamalarda Kautskici cenahın (SDP) oyunlarına karşı gerekli uyanıklığı gösterme becerisini geliştirememelerine neden olmuştur.
Rosa, Lenin’in sosyal-reformizmdeki çürümeyi (iradesizleşmeyi yalancılaştırma ile örtme) tespit ettiği için Menşeviklerle yollarını ayırarak Bolşevik Partiyi kurmasının devrimin zaferi için taşıdığı önemi kavrayamadığı için, hep ürkek davranmıştır bu konuda. Ancak sürecin alabildiğine dayatması ve Kautskici cenahın bunu zorlamasıyla “teşhir ve tecrit” yoluna girdiyse de kitlelere kendilerini anlatmada yeterli zamanı kalmamıştı artık. Devrim patlak verdi ve yenilgiyle sonuçlandı.
Bu iradesizleşme sonucu yalancılaştırma halinin devrimci mücadeleden tecrit edilmemesi halinde ortaya çıkacak vahamet anlaşıldığı içindir ki, Komünist Enternasyonale katılmak isteyen partilere, bu politikayı kabul etme şartı konmuştur.
Uluslararası komünist hareketin bu deneyimini görmezden gelen Türkiye ve Kuzey Kürdistan’nın sol-sosyalist hareketleri 90’lı yıllar boyunca (ve halen) sosyal-reformistlerin tecridine yönelmedikleri gibi her fırsatta onlarla kol kola girmekte sakınca görmemişlerdir. Bu yüzden, devrimi çok daha ileri noktalara taşıma fırsatı defalarca heba edilmiştir.
Sözün özü, sözde sosyalistliğin-marksistliğin temellerinde yatan, iradesizleşme ve bunun sonucu olarak da ‘yalancılaştırma’ halidir. Ve bilmeliyiz ki, Leninizm’in kısmen ya da tamamen reddedildiği ve sosyal-reformistlerle kol kola olmanın savunulduğu yerde bu durum vardır… Ve tersi…
İ.Cevat Çetiner