Newroz sabahı heyecanla alana varıyoruz. Arama noktalarının hiçbirinden giremiyor bayraklarımız, pankartlarımız. "Partiler dışındakilerin bayrakları giremez alana" deniyor. İçerdeki dergi çevrelerinin bile bayraklarıyla girdiklerini söylüyoruz. “Siz giremezsiniz yasak bu bayrağınızın girmesi” denilerek bir saat oyalanıyoruz. Elbette durur muyuz biz. Bir şekilde girmeli Newroz meydanına Denizlerin yoldaşları. Kızıl bayrağımız dalgalanmalı Kürt halkının gençlerinin ellerinde.
KHK ile ihraç edilen kamu emekçileri soğuk havaya rağmen Kadıköy ve Bakırköy'deki oturma eylemlerini sürdürüyor.
Kırlardan doğdu Sinan. Malatya ve Adıyaman dağlarından, kırlardan. İlk ateş taşıyıcısı koyduk adını. Mayıs günlerinde bir kıvılcım oldu, tutuşturdu bozkırı. Düştü Sinan.
Sağlığın ticarileşmesi olarak açıklayabileceğimiz bu süreç, temel olarak “Maliyet, Risk, Fayda”, “Kar-ücret”, “Hız” kavramları ile çalıştığından karşımıza sağlığa eşit olarak ulaşamama sorunlarını çıkarıyor. Aslında tedavi mümkündür, tıbbi olanak vardır, ama tedaviyi uygulayacak olan için de, alacak için de maddi kısıtlılıklar/olanaklar vardır. Karşımıza “paran kadar sağlık” şeklinde çıkan sorunları kısaca şöyle sıralayabiliriz;
“Reform” adına, bugün yaşadığımız sağlık hizmetinin bizden uzaklaşmasını anlamak için biraz geriye giderek sırayla neler olduğunu hatırlayalım.
Sağlık hizmetinin de eğitim ve hukuk hizmeti gibi her insanın eşit bir şekilde faydalanma hakkı olan hizmetler olduğunu biliyoruz. Avrupa Sosyal Şartı’ndan, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne ve daha sayfalarca sürecek imzalanmış uluslararası ve ulusal pek çok yasaya göre, bu haklardan faydalanmanın insan olmanın bir gereği olduğunu da biliyoruz. Örneğin Sağlık Hakkı, Anayasa’da devlete verilen yükümlülüklere uygun olarak, Türk kamu hukuku öğretisinde pozitif statü hakları içerisinde incelenmektedir. Böylelikle, kişinin devletten isteme hakkı boyutu vurgulanmış olmaktadır. Yazılı hukuka baktığımızda her şey yolunda görünüyor. Ancak hayat sizin de bildiğiniz gibi öyle değil.